Kasım 30, 2013

KAİKEN İNCELEME

 Doğan güneş karardığında, geçmiş, çıplak bir kılıç gibi keskinleştiğinde, Japonya artık bir anı değil, kabus olduğunda, Kaiken’in zamanı gelmiş demektir...


 Kitabın adı Kaiken, Japon kültüründe bir japon hançerine verilen isim. Bu hançer gerekli durumlarda –onurları uğruna ölmek vs.- kadınların  intihar etmeleri için saklı tutulurmuş. Kısa ve onurlu bir hayat yaşayıp intihar etme geleneği samuraylardan bu yana görülen bir ölüm metodu. Başta bir arkadaşımın ilgisini çeker diye hediye olarak aldığım, ancak yeterince ilgi görmeyen Kaiken kitabını elime alıp okumakta tereddüt etmiştim. Japonya ve Japon kültürüne dair en ufak bir merağımın olmaması en büyük nedeni. Ancak bir farklılık yaratıp okudum ve bitirdim Kaiken kitabını. Ve kitabı bitirmemle beraber Japon kültürüne bakış açım tamamen değişti. Kitap fransız yazar Jean-christophe grangé tarafından yazılmış ve Doğan Kitapevi tarafından yayınlanmış. DR çok satanlar listesinde de haftalarca yerini almış... Okumakta geciktiğim için üzgünüm ama yine de arşivime ve bana çok şey kattığını düşünüyorum. Kitap japon ve fransız kültürünü, insanlarını bize tanıtmak, yansıtmakla beraber aynı zamanda da son derece sürükleyici bir gerilim ve polisiye içeriyor. Bu türü çok sevmemekle beraber sadece kitapları Kuran-ı Kerim'den bile fazla satmış Agatha Christie'den okuduğum türle bildiğim polisiye-gerilim-macera tarzı kitapların arşivime yenisi eklensin diye okudum. Beklentim küçüktü ama sonuç beni yanılttı diyebilirim. Daha sonradan Jean Christophe'nin en az Kaiken kadar sürükleyici bir sürü kitabının daha olduğunu öğrendim ve en kısa zamanda onları da edineceğim. Gelelim kitabın içeriğine; 



 Naoko ve Olivier kitabın baş kahramanları. Naoko Japon, Olivier Passan ise Fransız kültüründen gelme evli çifttir. Passan'ın Japon kültürüne hayranlığı ve merağı onu Japonya'ya defalarca seyahatlere ve Japonca öğrenmeye, hatta Japon bir eşle evlenmeye kadar sürükler. Kitabın sonuna kadar da bu hayranlığı çok net tasvirlerle görebiliyoruz. Passan polislik mesleğinin de getirdiği yükle sinirli ve takıntılı karaktere sahiptir. Naoko ise çok daha naif, sakin ama gizemli yapıda bir kadın olarak yaşamını sürdürür. Naoko'nun gizemi onu Passan'a karşı çekici kılan yegane özelliğidir. Ancak bu çift zamanla anlaşamaz ve çocukları için birbirine katlanan iki yetişkin insana dönüşürler. Cinayetlerle uğraşan Passan'ı ise özel hayatının yanında pek çok sorun bekler ve asıl hikaye bundan sonra başlar. Kitabın sonunda ise tam bir ters köşe mevcut. Spoiler vermeden kısa bir özet geçtim okumanız şiddetle tavsiye edilir. 

 Şaşırdığım bir nokta; Tüm ülkelerde bekletilmek kaba bir davranış sayılırken Japonya'da saygı duyduğunuz bir kişiyle buluşmanıza 20dk geç kalmanızın nezaket olduğunu öğrenmiş oldum.

Kasım 29, 2013

sosyal medya hapishanesi

Dövüş Kulübü filminde Tyler Durden; "Biz erkekler avcı olarak tasarlandık ve artık bir alışveriş toplumundayız; öldürecek, dövüşecek, üstesinden gelinecek ve keşfedilecek hiçbir şey yok. Bu sıradan adam, o sosyal kısırlaştırma içinde yaratıldı" dediğinde ruhumuzun derinlerinde hak vermedik mi ona? Kadınların erkeklere evlenme teklif etmesinin medeniyet, bir çocuk peydahlayıp ağına düşürmesinin akıllılık, kocasının önüne bir tabak sıcak yemek koymamasının maharet sayıldığı bir dünyada, bilinçaltında sahiplendiği o kutsal kadın imajına yabancılaşan erkek neyi, kimi, neden avlayacak? Yatağına attığı kadınlar erkeğin elinin kiri sayılıyorsa, sevdiği kadını nasıl cinsel obje yapacak bu adam? Peki, yapamayınca nerede harcayacak yaradılışındaki avcı dürtülerini? Sözün kısası, doğasından ayrılan kadın da erkek de tükenecek; mecbur...
Belki de Freud haklıydı; belki de gerçekten özgürlüğün antiteziydi uygarlık! Günümüzde her şey farklılaşıyor; aşk özgür değil artık... Kaçan ve kovalayan yer değiştirdiğinden beri hapiste yataklar! Bunun sonucu mu: Kadınlar ya bir erkeğin çocuğunun annesi ya da metresi, erkekler ise ya aseksüel bir baba ya da andropoza girmiş, tatminsiz bir Don Juan çakması. Avcılığı elinden alınan erkek ve hayatın içindeki medeni koşuşturmada dişiliğini unutan kadın... Sonuç: Yatakta tükenmişlik sendromu!
50'li yılların aşk çocukları hippiler neler yapmışlardı oysa özgürleşmek için... Erkekler bellerine kadar uzattıkları saçları ve bol pantolonlarının altına giydikleri sandaletleri; kadınlar ise çöpe attıkları sutyenlerinin yokluğunu iyice açığa çıkaran beyaz mini elbiseleriyle adeta meydan okumuşlardı tükenmişliğe. Ama sonuç ne oldu? Hippilerin tercihi Birkenstock sandaletler, acid sembolü gülen yüzlü meşhur smiley iğneleri ve gökkuşağı bayrakları vitrinlerde yerlerini aldı. Özgürleşmeye giden her yol bir pazarlama fırsatı olduğunda başlıyor belki de sendrom. Muhteşem Yüzyıl dizisinin unutulmaz "Hürrem"i Meryem Uzerli'nin, bir televizyon röportajında, etraflarını çevreleyen gazetecilerden rahatsız gibi davranan sevgilisinin aslında o ilgiden hoşlanıyor olduğunu söylediğini hatırlıyorum. İnsanların bile sırf şöhretleri olduğu için birer pazarlama fırsatı olarak görülebildiği bir dünyada kim tükenmez sorarım size! Mottosu "daha çok", öznesi "ben", yüklemi "istemek" zamane insanının. Sevilmek yetmiyor artık, tapılmak istiyoruz adeta! "Ben" büyüdükçe "biz" küçülüyor; ne ironik bir denklem... Kendimizi pazarlıyoruz sosyal medya mecralarında aldığımız "like"lar kadar cennette bazılarımız! Başkaları tarafından takdir görmeye, sevilmeye ne çok ihtiyacımız varmış meğer. Eskiden sadece televizyonlarda gördüğümüz reklam aşkları şimdi her yerde. İşte yine karşımızda: Tükenmişlik sendromu!
Özellikle son yıllarda, teknolojinin de fazlasıyla hızlı gelişmesiyle, ne de çok değişti hayatlar. Bazı zamanlar, "Kaşık gerçekten de yok galiba" diyorum içine girdiğimiz şu Matrix dünyaya bakıp! Filmde o cümleyi ilk duyduğumda ne saçma gelmişti oysa... Ama şimdi içimde hissediyorum anlamını! Gösteri Toplumu adlı kitabın yazarı Debord'un tezi geliyor aklıma: "İçinde yaşadığımız dünya gerçek değildir..." Ona göre "aşırı tüketim" her otantik insan deneyimini alıp bir metaya çevirir ve sonra da medya aracılığıyla bize geri satar. Böylelikle insan hayatının her parçası, medyatik sembollerle temsil edilen bir gösteri içerisine çekilir. Bilinçaltımızın görsel sembollerle harekete geçtiği düşünülürse ne kadar da ürkütücü aslında... Tüketmeye şartlanmış, tabiri caizse programlanmış beyinler ve insanlığın içine çekildiği o dipsiz sendrom!
"Peki, insan ne yapabilir kendini kemiren sendromlardan kurtulmak için" diye kafa yoranların ise yüzyıllardır geldikleri nokta şu: "Her koyun kendi bacağından asılır." Örnek vermek gerekirse: Platon, dünyadaki hayatı karanlık bir mağarayla karşılaştırır; oradaki esirler prangalarla yere zincirlenmişlerdir ve yalnızca ateş ışığında duvarda oynaşan gölgelerini görürler. Bir esir kaçıp dışarı çıktığında, gerçek sandığı dünyanın bir yanılsama ağından başka şey olmadığını keşfeder. Arkadaşlarının içeride kavga ettikleri gölgeler kendileridir... Bu büyük haberi dostlarına iletmek için mağaraya döner ama eski yoldaşlarının halen amaçsızca kendi gölgeleriyle kavga ettiklerini görür. Çaresi susmaktır, çünkü o ne kadar bilse de anlatabildiği karşısındakinin anlayacağı kadar olacaktır.

Kasım 25, 2013

karmaşa

 Son zamanlarda kendi haline bile dermanı olmayan pasif ve agresif bi insana dönüştüğüm farkındayım. Çok fazla insanlarla konuşmaz, hatta sevmez bi kadın olup çıktım. Ama herşeyin olduğu gibi bunların da bir hatta birden fazla nedeni var. Çocukluk yaşlarımdan beri günlük tutmam ve bilgisayarda da gizli gizli notlar tutmam da artık yetmiyordu ve ben de bir de blogu deneyelim dedim. Bomboş bi sayfa önüme çıktığında ne yazacağımı bilemedim ama insan anlatacaklarını dinleyecek birilerini bulamadıkça yazıyor. Benim rahatlama şeklim hep buydu ve devam etti. Hayatta ne yapacağıma dair verdiğim hiç bir karar yok. Evet iyi ya da kötü bir üniversitedeyim. Evet 4 yıllık ve çoğu kişinin rüyalarını süsleyen radyo, tv ve sinema. Ama gerçekten yapmak istediğim bu mu? Kendimin lisedeyken 5-6 yaşlarında zihinsel engelli çocukları eğitirken onların öğretmeni olduğum zamanlarda daha mutlu olduğumu anımsıyorum. 180 derecelik bi değişimle zihin engelliler öğretmenliği bölümümden rts'ye geçiş yaptım. Hala en çok istediğim şey de zihin engelliler öğretmenliği... Gelecek planım arasında okuduğum bölümü bir türlü göremiyorum. Kendimi o spot ışıklarının altında haber sunarken görebilecek kadar ne tanıdığım ne mücadelem var. Benim mücadelem kendimi sonuna kadar geliştirmek. En başta italyanca öğrenmek rüyalarımı süslüyor. O güzel dili konuşuyor olmalıyım ben. Ve tenis... Belki şimdiden bunun adına konuşmak için erken ama ben bunu istiyorum. Tenisin antrenörlüğünü almayı. Çok uçuk hayaller değil bunlar diye düşünüyorum. Sıradan bir insanın sıradan kaygıları. Yaşadığım hayatın istediğim şeyleri yapmakta yetersiz olduğunu görüyorum. Mesela ben o dandik fuarlarda sırf görsellik kaygısı taşıyan, seni bedenden ve güzel bir yüzden ibaret gören aptal patronlarla çalışmak ya da hiç bir şey öğrenemediğim derslere girmek istemiyorum. Durmadan tenis oynamak, gezmek, yüzmek istiyorum. Bi filmde de dediği gibi: suyun insanı sakinleştirdiği söylenir, yüzmeye başlamak lazım…