Dövüş Kulübü filminde Tyler Durden; "Biz
erkekler avcı olarak tasarlandık ve artık bir alışveriş toplumundayız;
öldürecek, dövüşecek, üstesinden gelinecek ve keşfedilecek hiçbir şey
yok. Bu sıradan adam, o sosyal kısırlaştırma içinde yaratıldı" dediğinde
ruhumuzun derinlerinde hak vermedik mi ona? Kadınların erkeklere
evlenme teklif etmesinin medeniyet, bir çocuk peydahlayıp ağına
düşürmesinin akıllılık, kocasının önüne bir tabak sıcak yemek
koymamasının maharet sayıldığı bir dünyada, bilinçaltında sahiplendiği o
kutsal kadın imajına yabancılaşan erkek neyi, kimi, neden avlayacak?
Yatağına attığı kadınlar erkeğin elinin kiri sayılıyorsa, sevdiği kadını
nasıl cinsel obje yapacak bu adam? Peki, yapamayınca nerede harcayacak
yaradılışındaki avcı dürtülerini? Sözün kısası, doğasından ayrılan kadın
da erkek de tükenecek; mecbur...
Belki de Freud haklıydı; belki de
gerçekten özgürlüğün antiteziydi uygarlık! Günümüzde her şey
farklılaşıyor; aşk özgür değil artık... Kaçan ve kovalayan yer
değiştirdiğinden beri hapiste yataklar! Bunun sonucu mu: Kadınlar ya bir
erkeğin çocuğunun annesi ya da metresi, erkekler ise ya aseksüel bir
baba ya da andropoza girmiş, tatminsiz bir Don Juan çakması. Avcılığı
elinden alınan erkek ve hayatın içindeki medeni koşuşturmada dişiliğini
unutan kadın... Sonuç: Yatakta tükenmişlik sendromu!
50'li yılların
aşk çocukları hippiler neler yapmışlardı oysa özgürleşmek için...
Erkekler bellerine kadar uzattıkları saçları ve bol pantolonlarının
altına giydikleri sandaletleri; kadınlar ise çöpe attıkları
sutyenlerinin yokluğunu iyice açığa çıkaran beyaz mini elbiseleriyle
adeta meydan okumuşlardı tükenmişliğe. Ama sonuç ne oldu? Hippilerin
tercihi Birkenstock sandaletler, acid sembolü gülen yüzlü meşhur smiley
iğneleri ve gökkuşağı bayrakları vitrinlerde yerlerini aldı.
Özgürleşmeye giden her yol bir pazarlama fırsatı olduğunda başlıyor
belki de sendrom. Muhteşem Yüzyıl dizisinin unutulmaz "Hürrem"i Meryem
Uzerli'nin, bir televizyon röportajında, etraflarını çevreleyen
gazetecilerden rahatsız gibi davranan sevgilisinin aslında o ilgiden
hoşlanıyor olduğunu söylediğini hatırlıyorum. İnsanların bile sırf
şöhretleri olduğu için birer pazarlama fırsatı olarak görülebildiği bir
dünyada kim tükenmez sorarım size! Mottosu "daha çok", öznesi "ben",
yüklemi "istemek" zamane insanının. Sevilmek yetmiyor artık, tapılmak
istiyoruz adeta! "Ben" büyüdükçe "biz" küçülüyor; ne ironik bir
denklem... Kendimizi pazarlıyoruz sosyal medya mecralarında aldığımız
"like"lar kadar cennette bazılarımız! Başkaları tarafından takdir
görmeye, sevilmeye ne çok ihtiyacımız varmış meğer. Eskiden sadece
televizyonlarda gördüğümüz reklam aşkları şimdi her yerde. İşte yine
karşımızda: Tükenmişlik sendromu!
Özellikle son yıllarda,
teknolojinin de fazlasıyla hızlı gelişmesiyle, ne de çok değişti
hayatlar. Bazı zamanlar, "Kaşık gerçekten de yok galiba" diyorum içine
girdiğimiz şu Matrix dünyaya bakıp! Filmde o cümleyi ilk duyduğumda ne
saçma gelmişti oysa... Ama şimdi içimde hissediyorum anlamını! Gösteri
Toplumu adlı kitabın yazarı Debord'un tezi geliyor aklıma: "İçinde
yaşadığımız dünya gerçek değildir..." Ona göre "aşırı tüketim" her
otantik insan deneyimini alıp bir metaya çevirir ve sonra da medya
aracılığıyla bize geri satar. Böylelikle insan hayatının her parçası,
medyatik sembollerle temsil edilen bir gösteri içerisine çekilir.
Bilinçaltımızın görsel sembollerle harekete geçtiği düşünülürse ne kadar
da ürkütücü aslında... Tüketmeye şartlanmış, tabiri caizse
programlanmış beyinler ve insanlığın içine çekildiği o dipsiz sendrom!
"Peki,
insan ne yapabilir kendini kemiren sendromlardan kurtulmak için" diye
kafa yoranların ise yüzyıllardır geldikleri nokta şu: "Her koyun kendi
bacağından asılır." Örnek vermek gerekirse: Platon, dünyadaki hayatı
karanlık bir mağarayla karşılaştırır; oradaki esirler prangalarla yere
zincirlenmişlerdir ve yalnızca ateş ışığında duvarda oynaşan gölgelerini
görürler. Bir esir kaçıp dışarı çıktığında, gerçek sandığı dünyanın bir
yanılsama ağından başka şey olmadığını keşfeder. Arkadaşlarının içeride
kavga ettikleri gölgeler kendileridir... Bu büyük haberi dostlarına
iletmek için mağaraya döner ama eski yoldaşlarının halen amaçsızca kendi
gölgeleriyle kavga ettiklerini görür. Çaresi susmaktır, çünkü o ne
kadar bilse de anlatabildiği karşısındakinin anlayacağı kadar olacaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder